Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
"Harem-i şerif Osmanlı'nın elinden giderse hilåfet makamı tartışmaya açılır. Harem-i şerif Osmanlı'nın elinden giderse bütün Müslüman milletlerde İslâmiyet adına yaşayan birlik ruhu ortadan kalkar, İslâm dünyası paramparça olur. Ayrıca Arapları her zaman avcunun içinde tutarak kendisine gebe bırakmayı hangi devlet istemez? Ama asıl büyük plan, yalnızca Müslümanları değil Müslümanlığı da parçalamak. İslâm inancının içine tefrikalar, çatışmalar katıp mezhep kavgaları başlatabileceklerini umuyor olamazlar mı? Bunun için bizzat İslâm inancını tartıştırmak kolay sonuç vermez mi?"
Merhum Osman Nuri Paşa'nın Dul Zevcesi Karakaş Konağı
Kendini "Merhum Osman Nuri Paşa'nın dul zevcesi" diye tanıtan komşumuz yaşlı hanımefendi ve yeğeni Feride Hanım gayet içlerine kapanık bir hayat sürüyorlardı. Feride Hanım'ın on yaşlarındaki kızı Selma, siyah parlak, dolgun saçlı ve ceylan gibi iri kara gözlü güzel bir çocuktu. Evleri daima pırıl pırıl tertemiz ve derli topluydu. Halbuki evlerinde temizlik yapıldığını hiç görmüyorduk. Sanki sihirli bir el, gece herkes uykudayken ortalığı topluyor, silip süpürüyordu. Evlerinde yemek de pişirilmiyordu. Yemeği, anlaştıkları bir lokantadan eve getirtiyorlardı. Soylu bir Osmanlı ailesinin fakir düşmüş son temsilcileri olarak gördüğüm bu ağır başlı, nazik ve görgülü insanlar, sanki hâlâ büyük bir refah içinde yaşadıkları izlenimini bırakmak istiyorlardı. Bazen kirayı ödemekte güçlük çekseler bile, kızlarını daima çok şık giydirmeye özen gösteriyorlardı. Dışarıya karşı para sıkıntısı çektiklerini kesinlikle belli etmemekte kararlıydılar. Evin günlük kaba işlerini Feride Hanım'ın yaptığının görülmesinden utanıyorlardı adeta. Bu tutumu aslında çok yadırgıyordum. Çünkü benim aldığım terbiyeye göre, hangi işte olursa olsun, çalışmak daima övünülecek bir şeydi. Ama komşularımızın bu konuya bakış açıları kuşkusuz çok farklı bir hayat kültürünün kalıntılarıydı...
Reklam
Fransız Devrimi'nden esinlenmiş olan Yeni Osmanlılara ve özellikle Namık Kemal'e göre Avrupa'daki refahı sağlayan şeyler, özgürlük, eşitlik ve "fen"di... ...Namık Kemal inanıyordu ki Avrupalılar da uygarlıklarını bunlara borçluydular. Gidip gördüğü Batı'nın hangi tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar sonucu refaha ulaştığının pek farkında değildi... ...Namık Kemal, Batı'da teknolojinin ya da başka bir deyişle toplumsal yapının ürettiği ideolojinin bir parçasını alıp İslam ideolojisine yamayarak Osmanlı lmparatorluğu'nun gerileme sorununa bir çözüm getirebileceğine inanıyordu. Elbette ki aydın seçkinlerin yapacağı bir işti bu. Bu bakımdan Yeni Osmanlılarınki de toplumsal bir tabana oturtulmamış bir girişimdi. Ama beri yandan, Tanzimat Batıcılarının halktan kopma ve halka sırt çevirme yanlışına düşmediler. Düşmediler çünkü hem tslam ideolojisinden vazgeçmeksizin Osmanlılıklarını sürdürerek Batı'dan yararlanmaktan yanaydılar, hem de Batı'dan ithal etmek istedikleri aydınlanma felsefesi gereği cehaletle savaşmak için halka yönelmek zorundaydılar. Başarılı olmaları için Türkiye'de kafaların aydınlatılması, halkın eğitilmesi gerekiyordu. Bu anlamda Yeni Osmanlılar halka dönüktü demek yanlış olmaz.
Sayfa 16 - İletişim Yayınları, 10. Baskı, 2001, İstanbulKitabı okudu
Kampanya: Atsız Affedilmelidir! Atsız'ın hapse atılmasıyla ilgili ilk protesto bir Alman bilim adamından gelmiştir: Dr. Heinrich Georg Baum. 20 Kasım 1973'te Bon'daki Türkiye Büyükelçisi Vahit Halefoğlu'na yazdığı bir dilekçede olayı protesto ettiğini ifade ediyor, Cumhurbaşkanı'na da bir dilekçe yazdığını belirtiyor ve
O zamanlar, Avrupa ve Ortadoğu arasında "medeniyetler çatışması"nın kaçınılmazlığının hiç bahsi geçmiyordu. Bu durum bazıları için 1920'de emperyal güçler tarafından imparatorluğa dayatılan savaş sonrası antlaşmayla doğan hayal kırıklığı sonucu ortaya çıkacaktı. Ancak imparatorluğun zayıfladığı yıllarda, birçok tartışma Avrupa'nın tanımladığı modernitenin Ortadoğu toplumlarına nasıl tanıtılacağına yoğunlaşmıştı. İster Avrupa ister Ortadoğu bağlamında olsun, modernite tanımlanması zor bir kavramdır. Modern olmak istatistiksel veriyle ölçülebilir mi? Eğer öyleyse, hangi veriler önemlidir? Ya da modernite sadece bir ruh hali midir? 20. yüzyılın bitiminde, Arap yazarların "modern" düşünceyi ifade etmek için seçtikleri iki kelime hadis ve asri idi. Her iki terim de, şu anda, "şimdi"de olan anlamını taşıyorlar ve bu nedenle de yazarların bu terimlerle tam olarak ne ifade ettiklerini anlamamıza ciddi anlamda katkıda bulunmuyorlar. Modernitenin Ortadoğu'daki savunucuları onu geçmişle bir kopma olarak anladılar. Öte yandan, geçmişin hangi kısmı gözden çıkartılabileceği ve geçirgen modernliğin devamlılığı- na uyması için nelerin güncellendiği gibi meseleler yazılı medyada süregelen tartışma konularıydı. Tüm miras alınmış gelenekleri atılması gereken safralar olarak gören birkaç radikal de vardı ama çoğu böyle değildi. Bilakis, entelektüellerin çoğu geleneğin ahlakının geleceğin bilimsellik kisvesine bürüneceği bir uzlaşmayı amaçladılar. Modern çağ hakkında, yazılanların çoğunun amaçladığı şey, büyük bir sosyal veya siyasi devrimdense, Arap toplumunun dönüşümüydü.
Sayfa 212Kitabı okudu
"Ecdat böyle yapardı" derken dikkat edelim. Bizim "ecdat" diye kastettiğimiz Osmanlı ise, ondan kopuşumuz neredeyse 100 yıl oldu. Bu arada sadece kelimeler, kavramlar değil anlamlar da alabildiğine yozlaştı, yoksullaştı. Bu uçurumu aşıp Osmanlı'ya bağlansak bile her şeyi güllük gülistanlık bir Osmanlı bulmayız. Zira Osmanlı son 200 senesinde Batılılaşma ile kendi kendini inkâra yönelmişti. Dolayısıyla Osmanlı'nın son asrında sahih ve sâlim pek çok âlim ve ârif olmasına rağmen; sapık, inkârcı, hain, münâfik da az değildi. O yüzden "Ecdat böyle yapardı, böyle söylerdi" demekle sahih geleneğe bağlanamıyoruz. Önce sormak lâzım: "Hangi ecdat? Hangi zaman? Hangi ölçü?" Ecdada bakarken ölçüleri doğru koyalım. Doğru ölçü, Allah ve Rasûl'ünün rızâsıdır. Bu da muğlak değildir. Kur'ân ve Sünnet ortadadır, apaçıktır. Ama ölçüyü bilmeden ölçemeyiz. Bugün okumuş yazmış dindarlar Batı'daki birçok şeyi bilirler ama kendi imân ölçülerini pek bilmezler. Önce akidemizi tashih edelim. Ecdadın Rabbânî âlimlerine ve âriflerine saygı ile yaklaşalım. Haddimizi bilelim. Ecdadın yaptıklarına ve eserlerine bakıp, doğruları alıp, ölçülere uymayan yönlerini terk edelim. Evet, ecdat çok kıymetli ama ecdatçılık hiç öyle değil.
Sayfa 111 - Ketebe yayınlarıKitabı okuyor
Reklam
Cephede bir ordu ölümle pençeleşirken burada ve elbette buralarda, yalnız Akşehir'de değil, bütün memlekette birşeyler "Ufak tefek birşeyler" olmuştu. Salih ve binlerce Salih sınırlar­ da kol, bacak bırakır, meslek, zenaat bırakırken Niko ve Niko­lar usta olmuş, dükkanlar açmış, bahçeler satın almışlardı... Ve birşeyler "Ufak tefek birşeyler" olmuştu. Salih'in ağası ve Salihlerin, Salihlerin, Salihlerin, binlerce Sa­lih'in ağası, babası Çanakkale içinde vurulurken, yad ellerde kalırken, Niko'nun ve Nikoların ağası yaman bir aşçı, yaman birer tüccar olmuştu. Haydi bu bir şey değildi. Ama ya şu olan "Ufak tefek şeyler?" Kol, bacak bırakanların, ölenlerin hesabında "Osmanlı tab'asından" Niko'lar yok muydu? Biraz da onların tezgahı, evi, barkı, serveti, samanı için dövüşülmemiş mi idi ? Buna kim, hangi Niko "Hayır" diyebilirdi? Elbette hiçbiri. Ama işte Akşehir'de ve Akşehir'lerde "Ufak tefek birşeyler" olmuş, Akşehir ve Akşehir'ler de cephelere dönmüştü.
Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazıyor, Yoksa krallar mı taşıdı kayaları? Bir de Babil varmış, boyuna yıkılan, kim kurmuş Babil'i her seferinde? Altın şehir Lima'nın hangi evinde oturmuş acaba yapı işçileri? Nereye gittiler dersin Çin Seddi'nin bittiği gece, duvarcılar? Yüce Roma'da
19. yüzyıla kadar kimseye burnundan kıl aldırmayan İstanbul, aklımızı başımıza toplarsak gene de aldırmaz. Potansiyeli bu kadar yüksek, gelişmeye bu kadar müsait, bu kadar güzel ve bu kadar zengin mirasa sahip başka şehir nerede? Hangi şehrin böyle bir silueti var? İstanbul'un dışı cihanı yakar, içindeki keşmekeş de bizi. Elli senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz ama gene de güzel.
Seçim yorgunu bir ülkede yeniden sandığa gidiyoruz. Ummaktan vazgeçmemek yazgımız oldu ama koltuk denen meretin nelere mal olduğunu görmekten bıktık. Osmanlı'da belediyenin karşılığı şehremaneti belediye başkanı da şehremini/şehir emini demek. Eminin sözcük karşılığı güvenilir, güven veren. Yakın tarihe bakıp da sorarım size: Hangi şehri emanet edebiliriz ki bugünün belediyelerine?
Sayfa 25
512 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.